Hugo


Bir post-melies filmi. Belki de şöyle söylemeliyim; bir post-melies dönemi filmi. Bilen biliyordur, Lumiere kardeşler sinematografı icat eder etmez kimse “bununla filmler yaparız, romanlar uyarlarız” demedi. Bazı öncülerin serüvenleri sayesinde sinematografın öykü anlatma becerisi icat edildi. Aya Yolculuk filmi hariç, öykülemeye katkısı çok büyük olmasa da, bu öncülerden biri de şüphesiz Melies’tir. Melies’in yaptığı şey ise, film şeritleri aracılığı ile illüzyon yaratmaktı.


Günümüzde ise popüler hollywood sinemasının görsel şölenler ile ilk yıllardaki ‘pure sinema’ (1) ya geri döndüğüne dair haklı iddialar ortaya atılıyor. Yüzüklerin Efendisi’nden Matrix’e, Inception’dan Avatar’a kadar filmler, teknik olanakları sonuna kadar zorlayarak görsellikleri ile insanların ağzını açık bırakmaya çalışıyorlar. Baudrillard’ın Matrix’i “illüzyon” olarak nitelemesi de bu bakımdan manidar. Ayrıca örneğin Avatar’ın yapılma süreci ile Melies’in herhangi bir filminin yapılma süreci tamamen aynı. Her iki filmin çekimlerinin tamamı bir binanın içinde gerçekleşiyor. Post-melies döneminden kastım bu. Hugo’da bu dönemin adını koyan film olmuş.


Hugo dünyayı bir makineye benzetince aklıma Deleuze ve Guattari’nin Anti Oedipus’u geldi. Onlar da hayatı bizzat bir makine olarak görürler ancak Hugo’dan farklı olarak bir amaçtan bahsetmezler. Küçük bir çocuğa pazar ekonomisi kokan laflar ettirmek bence şık durmamış. Bunların yanında anlatının içeriğine dair söylenecek pek birşey yok. Bana öyle geliyor ki filmi beğenmeyenlerin beğenmeme sebebi de bu. Yüzyıllardır anlatılan aynı masal. Kaldı ki Scorsese’in de böyle bir derdi yok. Tıpkı Avatar için en çok duyulan yorumun ‘klişe’ olması gibi. tıpkı Melies’in de amacının bir şey anlatmaya çalışmak yerine bir şey göstermek olması gibi.


Film benim de gördüğüm en iyi 3d ama, bu atraksiyon halen çok yeni ve özellikle geniş plan çekimlerde detayları yok etme gibi bir dezavantajı var. Aynı kareyi iki boyutta izlediğinizde uzaktaki bir evin penceresindeki saksıyı seçebilirsiniz. Elbette 3d yi tercih etmelerinin bir sebebi de filmin sinemada izlenmesini sağlamak, anlaşılır bir gerekçe ama ben de her sinemaya gittiğimde arkama dönüp ‘lütfen biraz sessiz olur musunuz?’ demekten usandım.


(1) Bu konuda biri Avrupa diğeri Amerika kökenli iki farklı görüş var. Saf sinema, aslında ilk olarak Paris’te avangart sanatçılar tarafından ‘cinéma pur’ akımı olarak ortaya çıkıyor. Cinéma pur, diğer sanatlar ile ilişkisini koparıp filmin form ışık hareket gibi saf elementlerini kullanarak sanat yapma amacı taşıyor. Bir başka görüş ise sinemanın ilk yıllarında Melies ve Lumiere gibilerinin yaptığı gösteri ve illüzyona dayalı, kitlelere hitap eden sinemaya pure cinema diyor.


Leave a comment